EDA DOĞANÇAY
edadogancay@gmail.com/@eedogancay
Bugün ‘kişisel gelişim’ adı altında yayımlanan roman ve kurgu dışı kitapların çok satanlar rafında görmeye alıştık. Hazır reçetelerle ‘yolunu bulma’ ideolojisinin neferleri olan bu kitapların vadettiğinin aksine, ‘pozitif’ yaşayayım derken, içi daha da kararanların sayısı hiç de az değil. Kişisel gelişim trendinin yok saydığı o kadar da pozitif olmayan duygu ve davranış biçimlerine alan açmakta yatıyordur belki de ‘mutluluğun anahtarı’?
Bu ‘rehber’ ideoloji için “İnsanı, yargılayıp yarı yarıya yok sayması büyük bir haksızlık,” diyen yazar Alev İnan, yeni romanı ‘Tilkinin Ziyafeti’nde yaşamında kayıplar yaşadığı travmatik bir dönemde, kimliği, duyguları, geçmişi ve geleceğiyle hesaplaşan bir kadının ‘uyanışı’nı, unuttuğu tabiatını ‘hatırlayışını’ anlatıyor. Ama onun rehberi Japon mitolojisinin en ilginç karakterlerinden biri olan ‘Ninko’.
‘Sandığımdaki Tanrılar’ ve ‘Mucize’ romanları ile daha önce mitolojik karakterleri ve öykülerini günümüze uyarlayan, ‘Şifacı’ adlı romanıyla ise kendi mitolojisini yaratan İnan’la mitoloji, kadın olma halleri ve dönüşüm üzerine konuştuk.
Önceki kitaplarınızda genellikle farklı coğrafyaların mitolojik hikayelerini günümüze uyarladınız. Bu defa da Japon mitolojisinden Ninko karakterini seçtiniz. Ninko kimdir ve romanın örgüsüne nasıl katıldı?
Ninko, Japon mitolojisinde yalnızca bedenini ele geçirdiği insanlar tarafından görülebilen ‘Tilki ruh’tur. Zaman zaman kılık değiştiren ve en çok, baştan çıkarıcı kadın kılığına girmeyi seven mistik bir varlık.
Japon folklorunda ‘kitsune’ (tilki) bilgeliği temsil eden çoğu zaman paranormal güçlere sahip bir varlıktır. İnsanlara yardımcı, tanrılarla iletişimi sağlayan medyum ruhlardır. Fakat bunların arasında da iyi veya kötü olarak adlandırılan alt kategoriler de vardır ki ‘Ninko’ bunlardan biridir. ‘Ninko’ oyunbaz ve baştan çıkarıcı olarak farklılık gösterir. Ben ‘Ninko’yu romanda ruhun baştan çıkarılışı, ruhun ayartılmasında bir alter-ego olarak kullandım. Bir uyanışın, bir kadının yitirdiği, baskılanmaya zorlandığı hayvan benliğine dönüşünü, unuttuğu naturasına kavuşmasını anlatmak istedim.
Romanın baş kahramanı Karmen’in ‘tilkileşmesinin’ hikayesi, aslında bir dönüşümden çok bir farkındalık süreci. ‘Başkaları’ tarafından uyuşturulmuş bir kadının karanlık bir içsel yolculuğu sonucunda dayatmacı toplumun ‘sözde’ ilişkileri yarattığı cehenneminden firarını anlatıyor ‘Tilkinin Ziyafeti’. Geçmişin, ilişkilerin, toplumun ama en önemlisi kendinin sorgulandığı karanlık ve beklenmedik dönemeçlerle dolu bir uyanışın öyküsü. Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” sözünden yola çıkarak bir varoluş hikayesi aslında… Rehberi ise bir tilki.
Ana karakterin ‘tilkileşmesi’ bir tür isyan olarak yorumlanabilir mi?
Karmen’in ‘tilkileşmesi’ bir isyandan ziyade bir farkındalık, bir uyanış, bir silkelenme olarak okunabilir. Şayet yoğun bir sorgulamayı isyan olarak adlandırıyorsak o, bu yolculuğunda yalnızca kendi dışındaki dinamikleri değil, edilgenliğini ve gitgide içe kapanışını sorguluyor. Yaşadığı kayıplar sonucunda hayat ve ona sunulanlarla hesaplaşması mevcut evet, fakat bir yandan iki kültür arasında sıkışmışlığın ördüğü kalın duvarları var ki o, senelere yayarak, bizzat kendi örmüş.
Karmen isyan etmiyor, Karmen uyanıyor, duyuları, hisleri keskinleşiyor, ruhu derin bir hibernasyonun ardından sıkıntılı bir ayılmayla karşı karşıya. Çevresini, ilişkilerini bu ayılma süreci dahilinde gözden geçiriyor. Görünenlerin ötesini, anlatılanların ardındakileri algılama sürecine giriyor. Gerçeği arayışında yırtıcılaşıyor. Ve tabii ki bu onu karanlık bir yolculuğun içine sürüklüyor. Başkalarının, kendi üzerindeki görünmez hakimiyetini fark ettiği ve bu farkındalığın onun üzerinde yarattığı etkiler, duygular ve tepkiler sevginin çok ötesinde karmaşık hislerle karşılanıyor.
Kitapta ‘sevgi’ kavramı ve katmanlarını çok sorguluyorum. Kitabın baş kahramanının bir isyanı varsa o da ‘sevgi’nin bilinen ya da alışılagelmiş tanımlaması ve tezahürüyle ilgili.
Romanınızda iki farklı orta-üst sınıf kadın temsili görüyoruz ve ortak hikayelerine rağmen birbirleriyle dayanışmak yerine birbirlerini acıtıyorlar. Neden bu karakterler gerçek birer dost olamıyor? Kadın kadının kurdu mu sizce?
Başta da söylediğim gibi kitabın başka bir meselesi de sevgi kavramının sorgulanıyor oluşu. Başından sonuna kadar olaylar örgüsünde, farklı bağlamlarda ‘sevgi’ ve ‘sevmek’ sözcüğü kullanıyor ve gerçekliği ‘şekilciliği’ ve ‘dillendirilemeyişi’ arasında sıkışıp kalıyor. Romanda antagonist kadın kahramanlar yok. İki kadın kahramanının tek bir sorunları var; o da kendilerine benliklerini gerçek anlamda tanıyacak, anlayacak fırsatı vermemiş olmaları bir, diğeri de ki en büyük çatışmayı bu yaratıyor; iki kadının ‘sevgiye’ bakış açılarının, algılayışlarının farklı olması. Birinin arkadaşlığını, varlığını çok sevebilirsiniz, fakat bu birini sevmekle bir değildir. Bu, daha çok o kişinin sizde yarattığı duygularla, ve onun yanında kendinizi nasıl gördüğünüzle alakalıdır. Bir başkasının yaşamı ve varlığı diğer bir başkasında ‘teselli noktası’ olup rahatlama yarattığında pekala o insanı çok ama çok ‘sevebilirsiniz’. İki kadın kahraman arasında böyle bir ilişki dinamiği söz konusu. Biri diğerine müptela. Biri diğerinin ‘mutluluk hapı’.
İhtiyaç ve acıma duygusunu sevgiyle karıştırırız çoğunlukla, özellikle de ihtiyacı. Kitapta daha çok ihtiyaçtan kaynaklanan bir sevgi yanılgısı var.
‘Tilki cila kimlikleri kazıyıp atıyor’
Karmen’i romandaki diğer kadınlardan ayıran ne?
Karmen’i diğer kadınlardan ayıran tek nokta ne zaman başka olmaya uğraşıyor, benliğinden uzaklaşıyor, o vakit feci şekilde tökezliyor hatta ayağa kalkamayacak şekilde yaralanıyor. Karmen bu oyunda diğerleri kadar ehil değil. Aslında bu bir oyun olarak adlandırılamaz çünkü diğer kadınlar kendilerinden ne kadar uzaklaştıklarının farkında dahi değiller. Benimsedikleri kimlik, derileriyle kaynaşmış artık. Tilki tüm bu cila kimlikleri kazıyıp atıyor. Onun romandaki misyonu bu.
Diğer ayırt edici faktör ise şans. Ben şansa çok inanırım; Karmen şansa haset duyan bir karakter. Diğer kadın karakter basit bir ifadeyle şanslı. Her ne kadar ‘şanssızlık’ kelimesi şimdilerde ‘fırsatları değerlendirememe’ ya da ‘azimli olamamak’ ile bir tutuluyor olsa da, şans bir zamanlama meselesidir ve bazılarının zamanlaması tamamen tesadüfe bağlı olarak ışıklar yeşile çevirdiğinde orada bulunmaktan ibaret. Bu meret kim olduğunuz, ne yaptığınız, ya da ne denli çaba gösterdiğinizle yakından uzaktan ilgilenmiyor, sarhoş bir berduş gibi ilk karşısına çıkana çarpıyor.
‘Tilkinin Ziyafeti’ aynı zamanda bir kadının annesini kaybetme hikayesi. Bireyde dönüşümü başlatan çoğu zaman kayıpları oluyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Tabii ki bir katalizör. Benliği, o ana kadar inandıklarını, değerlerini tersyüz eden bir dönemeç. Kitabın bir yerinde ifade ettiğim üzere insanların en yaralı, çökmüş anları bunlar. Fakat nedense bu anların en savunmasız ya da zararsız anları olduğu anlamına gelmiyor. Böyle bir yanılgıya düşülüyorsa da şunu bilmek lazım ki, aksine o süreç sindirilirken iyi ile kötü arasında hızlıca gidip gelinen engebeli bir yolculuk da başlıyor. Ruh bir kaosun içinde debeleniyor ve her an birilerini bu kaosun içine sürükleyebilecek duruma gelebiliyor. Kaybın acımasızlığı o denli altından kalkılmaz bir hal alıyor ki, o an karşınıza çıkabilecek her kim ya da neyse paramparça edebilir, aynı acımasızlığın içinde boğabilirsiniz. Hayvan benliğin ender çıktığı anlar, yargıların, normların, iyi ve kötü ayrımının yok sayıldığı bir cehennem. Tek bir içgüdüyle hareket ediyorsunuz ki o da içi değer yargılarından arınmış, boş, nefsi olmayan bir umarsızlık. Karmen’in yolculuğu da tam bu noktada başlıyor, gelgitleriyle karmaşık bir benlik seferi.
‘Geçmişimiz heykeltıraşımızdır’
‘Tilkinin Ziyafeti’, insanın dönüşümünü anlatırken bugün yükselen kişisel gelişim trendlerinin ‘pozitif’ yöntemlerine karşı daha ağır ve zorlu bir yola işaret ediyor. Neden bu karanlık yolu tercih ettiniz?
Aslında tam tersi, öteki ‘pozitif’ yolculuk, reddediş ve görmezden gelmesiyle uzun vadede çok da ağır bir yolculuğun habercisi. Negatif olarak neyi adlandırıyorlarsa mevcut, orada duruyor ve hiçbir yere gittiği yok.
Sistemin Batı’dan ithal ettiği ekspres yeni çağ dini olarak görüyorum bunu; bir ruh epidemisi. Acıların, kayıpların, hayal kırıklıkların, haksızlıkların üstesinden ekspres, sindirilmeden gelinmesini savunan bir ‘hayat devam ediyor, daha fazla oyalanma’ aldatmacası, ki kapitalist sistemin dışında uzun süre kalmayın, hizmet etmeye devam edin. Sistemin kendi yarattığı hastalığa kendince oradan buradan karman çorman her ne varsa tutup eline getirdiği, içine ‘evreni’ ve ‘enerjiyi’ ve bir demet de ‘sevgi’ ve ‘ışığı’ kattığı bir karmaşa. Fakat tüm bu sevgi iddialarının ötesinde bu düşünce sisteminin içinde öyle katı bir bireysellik var ki o negatifi reddedişinde dehşete düşüren bir bencillik ve kendinin koruma anlayışı söz konusu.
İnsana yaşadığı olumsuzlukları, kayıpları, sindirebilme fırsatı tanımadan ‘reddetme’ yoluna sokuyor ki neticesinin bir benlik uçurumunun dibinde biteceğine inanıyorum. İnsanoğlunu ‘pozitif’ olarak nitelendirmediği diğer yarısından koparan, onunla temasını ‘reddederek’ men eden bir anlayış ki öğretisi bir aynanın karşısında robot misali bir şeyler dilemekten geçiyor. En önemli hedefi geçmişin ve yaşanmışlıkların itinayla şekillendirdiği kimliğinizi yok sayıp birbirine benzer pseudo kimlikler yaratması. Geçmişi yok sayamayız, ne denli yaralayıcı olursa olsun en önemli mirasımızdır geçmişimiz; heykeltıraşımızdır o.
Nevi şahsına münhasır o enfes materyal olan insanı, yargılayıp yarı yarıya yok saymak büyük bir haksızlık bence. Çünkü unutmayalım ki o diğer yarıda, öfke, isyan, hayal kırıklığı, acı, yas, absürdite, kırılganlık, hırs, haset ve daha niceleri var ve var olmaya devam edecek. Ve tam da insanın bu bütünsel kabullenişinde sanatsal üretkenliğin yeşermeye başladığına inanıyorum. Sanatın besi kaynağıdır insanın ve doğanın kestirilemez döngüleri.
Kişisel gelişimin sonu ‘iyi’ ya da ‘mutlu’ bir insan olmakla neticelenecek diye bir şey de yok. Bir gelişim gösteriyorsunuz o kadar ve o gelişim bireye göre değişkenlik gösterecektir, çoğu zaman nereye varacağını bilemezsiniz. En fazla kendinizi tanıyıp kabullenebilirsiniz. Fakat unutmayın ki emsalsiz bir kabulleniştir o, yaratıcı kimliğinize katkısı çok büyüktür..
Karmen, özellikle de bize son zamanlarda dayatılan ve kanımca büyük ruhsal erozyonlara uğratan bu kalıplaşmış insan ve düşünce sisteminin tamamen karşısında duran bir karakter. Yaşamına, çevresine, ilişkilerine, acılarına ve kayıplarına ‘sevgi’ ile kucak açmıyor, öfke, hayal kırıklığı, ve bazen de hasetle karşılıyor. Karmen bir sevgi böceği değil, hayata da o gözlükten bakmıyor. Karmen’in sevgisi kısıtlı çünkü sevgi anlayışı farklı; bu anlayışının dışındakileri çok kolay elden çıkarabilen bir kadın fakat bunun sorumluluğunu üstlenebilmiş bir birey.
Karmen’in yolculuğu gerçek. İçinde barındırdığı iyiye olduğu kadar kötüye de açık. Kendisine sunulanlara tabiatlarına göre karşılık vermeyi öğreniyor, kişisel gelişim kakafonisinin yok saydığı veya bastırmaya çalıştığı o kadar da ‘pozitif’ olmayan duygu ve davranış biçimlerine alan açarak, sorguluyor, kendini buluyor. Bunu yaparken de bize dayatılan toplumsal hedeflerden, davranış şekillerinden uzaklaşıyor, kendini tanıyor ve hayattaki yerini buluyor, özgürleşiyor ve nihayetinde çevresindekileri de kendi kafesleriyle yüzleştiriyor.
Aydınlanma aslında kararmayla başlar, şayet o yolları yok sayarsak bizi kendimizden uzaklaştıracak büyük uçurumlar yaratırız.
Daha önceki kitaplarınızda da mitolojiyi günümüze uyarladınız, hatta ‘Şifacı’da kendi mitolojinizi yarattınız… Mitolojiyi bir kaynak olarak nasıl kullanıyorsunuz?
Mitoloji öyle sınırsız ve evrensel bir kaynak ki, dünya üzerinde yaşayan tüm insanları hayatlarının belli bir döneminde yakaladığını ve kendi içine çektiğini düşünüyorum. Mitoloji insana dair olan hiçbir şeyi yargılamaz, anlayışla karşılar, fakat hareketlerinin sonucuna katlanmanız konusunda katı bir kuralı vardır. Eylemleriniz ve seçimleriniz hususunda sizi özgür kılar fakat sorumluluğunu üstlenmek konusunda varoluşçu bir tavrı vardır. Özellikle Yunan mitolojisinde en başta tanrılar insani tüm zaaflara sahiptir. Bir nevi biz Tanrı’nın birer yansımasıyız tezine paralel bir görüş.
Örneğin Zeus uslanmaz bir çapkındır, Leda’nın karşısına emsalsiz güzellikte bir kuğu kılığında çıkar ve onunla birlikte olur. Olmadığı bir şeye dönüşerek, bir kadının karşısına çıkıp baştan çıkarır. Athena; bilgelik, sanat ve zanaat tanrıçası, fakat Arachne ile dokuma yarışmasında kısmi mesleki kıskançlıktan dolayı yetenekli kızı bir örümceğe dönüştürür; yeryüzünün en tutkulu dokumacısına. Düşünün ‘Bilgelik Tanrıçası’ savunmasız bir kızı en ironik şekilde cezalandırır çünkü ne de olsa orada bir yerlerde kibirli kıza savaş açan başka bir kibir vardır, ne denli bilge ve erdemli olursa olsun o kusur mutlaka bir çatlak bulup çıkar, bunun önüne geçemezsiniz. Entrikacı Hera, estetik kaygılı, şehvet düşkünü Afrodit, asabi, kavgacı Ares… Keyiflidir mitoloji.
Mitolojik hikayelerin en belirgin özelliği ise insanoğluyla dalga geçen kara bir mizaha sahip olması, ‘kendini çok ciddiye alma’ der ustaca. Bu bağlamda Ovid’in ‘Dönüşümler’ kitabı harika bir kaynaktır.
Peki sizin mitolojiyle kurduğunuz ilişki nasıl?
Mitolojinin en önemli özelliği, anlayamadıklarımızı elle tutulur hale getirip basitleştirmesidir. Korkmanızı engeller, kendinizi tanımakta çıkacağınız yolculuğa ne denli karanlık olursa olsun çekinmeden çıkmanıza destek olan ender edebi nimetlerden biridir.
Simgesel alanda bana öyle sonsuz ve kolay bir dünya sunuyor ve bunu öyle yalın ve berrak yapıyor ki en küçük bir hikaye ya da mitolojik şahsiyet bana koca roman yazdıracak ilhamı veriyor. ‘Ninko’ gibi.. ‘O İnsantilki… Peki neden?’ diye soruyorum kendime, neden insan ve tilki? Çünkü insan ancak içindeki o yırtıcıyı, o katıksız, saf benliği uyandırdığı vakit ruhunun sahip çıkamadığı ya da unutturulduğu parçalarına kavuşuyor, onu tüm kusurlarıyla kucaklıyor ve gerçek gücü elde ediyor. Tam da o vakit ne kendimize ne de etrafımıza yabancılık hissediyoruz, çünkü daha iyi görüyoruz, algılıyoruz ve en önemlisi anlıyoruz.
Mitoloji kadar insan doğasını olduğu gibi, yargılamadan kabul eden ve anlayan başka bir edebi kaynak yoktur.