HÜRREM SÖNMEZ
Bir şeyi en baştan söyleyeyim, her şey bir yana Gezi, ‘Kabataş Yurttan Sesler Korosu’ mensuplarının asla anlayamayacağı, anlasalar da asla parçası olamayacakları kadar barışçıl bir haysiyet isyanıdır. Mevcudiyetini güçlünün yanında olmaya borçlu, ahlakını ve vicdanını kariyere tahvil etmiş bu ‘hizmetkârlar’ın hamurunda olmayan bir şeyden söz ediyoruz zira: ‘Haysiyet.’
Biz o koro mensuplarının hangi yaranma ve yamanma mertebelerini cevvalce aşarak bugünlere geldiklerini de iyi biliyoruz. O yüzden Gezi kadar geniş bir toplumsal hadisenin içinde elbette kendini bilmezler, elbette kimi vandallar, durumdan vazife çıkaranlar da olmuştur ama Gezi ruhu denen şey o onurlu duruştur. Sizi çıldırtan da budur zaten, asla parçası olamayacağınızı bilmeniz.
Birlik ve beraberlik tablosu
Memleket tarihinde bugüne kadar hiç görmediğimiz bir birlik ve beraberlik tablosuna (!) uyandık dün sabah. Mutluyuz, gururluyuz. Sultanın kiralık kalem şürekası ağız birliği etmiş. ‘Diliniz KABA Vicdanınız TAŞ’ demişler… ‘Şer Odağı Yapım’ gururla sunar.
Gösterime soktukları ‘Kabataş Rüyası’, kamu vicdanında pek gişe yapmamış olsa gerek, yalan-riya ekibi güçlerini birleştirip Voltran’ı oluşturmaya karar vermiş bu defa. Gerçekten çok yaratıcı. Hayalgüçlerinin sınırsızlığını zaten biliyorduk da koşulsuz biat eden zihinlerden beklenmeyecek bir zekâ bu gerçekten. Sabahları masalarında bir çay bir de o günün ‘parola’sı bilgi notu olarak bırakılmış oluyor herhalde.
Tarihin en büyük kamusal yalanı
Bundan tam bir yıl önce Kabataş hadisesine ilişkin kendi kişisel blogumda bir yazı yazmıştım, ‘Kabataş İskelesi kimin üstüne yıkılır’ başlıklı. Bu ülkenin, akıl ve muhakeme süzgecini, vicdanını devre dışı bırakmamış insanları zaten Kabataş’ın memleket tarihinin en büyük kamusal yalanı olduğunu o zaman da biliyordu.
Şöyle demiştim o zaman:
“Bu ülkeyle ilgili sevmediğim çok şey var ama şunu biliyorum Kabataş İskelesi kadar işlek bir yerde 80-100 kişilik bir grup bebekli bir kadına saldırsa en az bir kişi çıkar ‘Durun hele’ diyecek, ya da en azından ‘Ben gördüm ama korktum bir şey yapamadım’ diyecek, ‘O grubun yanındaydım, yapılan şey sonradan vicdanımı sızlattı’ diyecek, elinden hiçbir şey gelmese görüp 155’i arayacak.
Tarif edildiği şekilde bir gruba hadi diyelim ki fanatizmden gözü kör oldu müdahale etmiyor, oradan geçerken ‘Kim yahu bunlar’ diye merakından bakmış bir kişi de mi bulamadı polis…
Böyle bir tane bile insan çıkmıyor, ama bunun tam aksine her şeyin normal seyrinde aktığına dair bir görüntü çıkıyor. Kadının beyanı esastır evet bir kadın kapalı kapılar ardında uğradığı saldırıyı tacizi tecavüzü ispatlamaya zorlanamaz, çünkü bunun gerçekten ispatı şahidi olmayabilir bazen. Ama İstanbul’un göbeğinde güpegündüz tarif edilen şekilde bir saldırı iddiası varsa, bu iddia bu kadar politik malzeme haline getirildiyse, toplumun AKP yi desteklemeyen, Gezi’ye destek veren, hatta yolu Kabataş’tan geçen binlerce bireyi zan altında bırakılmışsa, iç savaş çıkaracak kadar büyük bir provokasyon yaratıldıysa bu sorgulanır, dünyanın her yerinde sorgulanır..
Endişem o ki bütün bu olan bitenden sonunda kimsenin yaptığı hiçbir hatadan, günahtan hesap vermediği bu ülkede eğer bir fatura çıkacaksa o da Z.D.’ye çıkacak…
Bu ülkede siyasetin kirli komplolar üzerinden tezgahlanmasından, kendine gazeteci diyenlerin bu komploların taşeronluğunu yapmasından, insanların kanun kural tanımadan karalanmasından bıktık usandık, boğazımıza kadar çirkefe battık… Ama çok daha önemlisi yanımızda yöremizde başörtülü insanlar var değil mi arkadaşımız, akrabamız, aile fertlerimiz, alt kat komşumuz.. Velev ki hiç yok ne fark eder aynı ülkede yaşıyoruz.
Gezi protestolarına destek vermiş insanlar olarak gerçek olduğunda bu insanlık dışı muameleye karşı hesap sormak nasıl boynumuzun borcu olacak ise yalan olduğunda da o yalanın sahiplerinden hesap sormak boynumuzun borcudur bence… Birbirimizin yüzüne bakabilelim, birlikte yaşamamızın teminatı sağduyumuzdur diyebilelim diye…”
Yalan bu kadar büyük olunca
Aradan bir yıl geçtikten sonra bakıyorum ve şunu görüyorum, Elif Çakır’ın avukatının anlattıklarından sonra artık yalan olduğu ayan beyan ortaya çıkan bu hadiseye dair, bunu ortaya atanlar hâlâ geri adım atmıyor. Eh yalan bu kadar büyük olunca zor elbet. Mecburen bu kirli kumpanyayı sürdürüyorlar.
İnsan içine çıkabilmeleri bir yana hâlâ bir yalancılar korosu olarak gazete köşelerinden had bildiriyor, ahlak dersi veriyorlar. Bu ülkede insanların bir arada yaşama koşullarının temeline dinamit koymaları yetmemiş gibi ‘Kadının beyanı esastır’ prensibini iki paralık eden bu kumpanyanın sahiplerinden nedamet getirmelerini beklemiyoruz. O kadar iyimser değiliz zira…
Lakin en azından sussalar, insanın ne kadar sefilleşebileceğine dair bu kepaze gösteriye artık bir son verseler diye düşünmüyor da değiliz.
Benim geçen yıl sorduğum sorunun yanıtı bu yıl daha da berraklaşıyor. Onlar belki mağdur kadının yalan söylediğini iddia edip sıyrılmaya çalışacaklar sonunda bu işten ama Kabataş İskelesi’nin altında kalacak olan er ya da geç bu yalancılar korosu olacak yine. Biz bu memleketten de insandan da o kadar umudumuzu kesmedik hâlâ.
Kaç çocuk kitabı, kaç seyyar satıcı tablasına tahvil ettik insanlık onurunu?
12 yaşında bir kız çocuğunun öğretmenleri tarafından kitap çalmakla suçlandığı için intihar ettiğini öğrendik dün. O minicik beden ve kalp, hırsız damgası yemeyi taşıyamamış belli ki onuruna yedirememiş.
Birkaç gün once ise Adana’da kestane ve Antep fıstığı satarak geçimini sağlayan seyyar satıcı Cemil Bozkuş, zabıtaların kendisine işini yaptırmaması sonrası mali sıkıntıya girip, “Benim ölüm sebebim zabıtalar” yazılı bir not bırakarak intihar etti. 20 bin TL borcu varmış ödeyememiş, gururuna yedirememiş. O nottaki harflere baktık durduk biz, baktık düşündük.
Kabataş korosu beraber ve solo yalanlarına devam etsi… Bu her tarafından haksızlık akan kokuşmuş düzenin yılmaz neferleri olsunlar. O seyyar satıcının borcu kadar paradan çok daha fazlasını bir ayda kazanıyorlardır belki o yalanları karşılığı ya ona da eyvallah. Lakin şu küçücük kızcağızın taşıdığı mahcubiyetin ve haysiyetin milyonda birine nasıl sahip olamıyorlar?
12 yaşında, 62 yaşında ama ‘Bu hiç adil değil’ diye ölüme giden insanlara bakıp, hiç mi düşünmüyorlar, ‘Ben nasıl insan diyeceğim kendime’ diye. Kaç çocuk kitabına, kaç seyyar satıcı tablasına tahvil ettik insanlık onurunu?
Yine de bellidir söylenecek cümle: ‘Yürür namus bildiği yolda, yürür yine de yalınayak.’